ahmet bÜyÜkabacI

Klinik Psikolog Ahmet Büyükabacı'nın Kişisel Web Sayfası


Zalim İyimserlik

Bir terapist olarak kişinin hayatında etkim olduğunu düşünmek hem inanılmaz onur verici hem de korkutucu. Korkutucu çünkü kişi karşındaki koltuğa oturduğu zaman iki şeyin farkında olarak oturuyor: a) kötü durumdayım ve b) bana iyi gelecek bir şeyler söyleyecek. Hem gardın düşük olacak hem de onu kaldıracak gücün olmayacak. Böyle bir etkiyi, hem de rıza dahilinde verilen bu izni kötüye kullanmamak her terapistin başlıca dikkat etmesi gereken etik ilkelerden bir olmalı.

Sorun şu: ya bu etkiyi kötüye kullandığının farkında değilsen? Özellikle Türkiye’de “alaylı” terapist sayısı fazla. Psikolog olmayan kişileri hesaba katmıyorum bile. Bahsettiğim psikoloji lisansı almış, o ya da bu sebeple gerekli eğitimlere katılmamış (ki bu eğitimlerin geçerliliği de ayrı bir tartışma konusu) ancak bir şekilde mesleğini yapmaya çalışan, iyi niyetli ve hayatta kalmaya çalışan insan topluluğundan bahsediyorum. Sayıca bir hayli fazlalar ve gün geçtikçe artıyorlar. Bunun en önemli sebepleri şunlar: a) okumak için para gerekiyor, b) yüksek lisans için para gerekiyor, c) eğitim almak için para gerekiyor, d) süpervizyon almak için para gerekiyor ve d) bunların hepsinin maliyeti, kısa ve orta vadede kazanabileceğin parayla amorti edilebilecek miktarlarda değil. Dolayısıyla Türkiye’de psikoterapi yapanlar iki gruba ayrılır, parası olanlar ve derme çatma süpervizyonlarla, edindiği kitaplarla ve belki de izledikleri dizilerle mesleklerini yapmaya çalışanlar. Bu da haliyle kendi içinde bir “deneme-yanılma” davranışını ortaya çıkarıyor. Etik mi? Tartışılır. Zararlı mı? Muhtemelen. Gerekli mi? Ne yazık ki.

Şöyle bakalım olaya. Bir terapistin ilk seanslarda yapması gereken yegane şey danışanın içinde bulunduğu durumdan kurtulabileceğine dair gerçekçi bir umudun olmasını sağlamaktır. Sahte umutlar yerine, somut bir tedavi planı hazırlamak ve bunu danışana sunmak gerekir. Bu plan üç aşağı beş yukarı şu şekilde olur:

Sorunu Belirleme -> Soruna Bakış Açısının Belirlenmesi -> Belirlenen Bakış Açısının Hangi Düşüncelerle Desteklendiğinin Tespiti -> “Sorunlu” Düşüncenin Yerine Yenisinin Getirilmesi -> Davranışlarla Yeni Düşüncenin Desteklenmesi

Doğal olarak kişi önce bir sorun getirir, biz de o sorun üzerine çalışırız. Ana kural danışanın çözmek istemediği bir sorunu gündem haline getirmemektir. Sorunu temellendirmek için inceleriz, başka sorunlar gözümüze çarparsa bunu uygun bir dille söyleriz, eğer danışan isterse onu gündeme alırız. Bu da bize, terapistlere, özgürlük alanı tanır. İstenilenden dışarı çıkmak zorunda değilizdir.

Sorunlar temelde ikiye ayrılır. Yoruma açık olanlar ve olmayanlar. Dikkat edilmesi gereken bir kelime: yorum. Çünkü bütün “sorunlar” gerçektir. Sorun göreceli bir kavramdır. Ancak yorumlama becerisi kişinin hayata bakış açısıyla doğru orantılıdır. Yoruma açık olanlar genellikle ikili ilişkilerde davranış şekillerinin nasıl algınladığıyla ilgilidir. “Patronum bana ters davrandı”, “eşim davranışlarımı onaylamadı”, “ebeveynlerim hayallerimi desteklemedi”… Sorun, evet ama düşünce yapısıyla çözülemeyecek sorunlar değil. Yoruma açık olmayanlar ise bakış açısının farklılığına imkan vermeyecek kadar etkili olan sorunlardır. Örneğin doğal afetler, ölüm veya cinsel taciz gibi travmalar kişinin düşünce yapısıyla engelleyebileceği olaylar değillerdir. En azından başlangıç etkisini.

Danışanlar bu iki sorun tipinden birini getirirler önümüze ve istedikleri, içinde bulundukları bu sıkıntılı durumun çözülmesidir. Şimdi kendinizi bir terapist gibi düşünün ve diğer koltukta oturan kişiyi ve görüşmenizi gözünde canlandırın. Bir sorunu var ve sizden yardım istiyor, belki de ağlayarak yalvarıyor. Üzülüyor ve mesleğinizin hakkını vermek istiyorsunuz. Sorunu ne olursa olsun içgüdüsel olarak ilk yapılmak istenen genelde sorunun çözümünü bulmak ve söylemek olur. Zalim iyimserlik bu anda ortaya çıkar.

Johann Hari’nin yazdığı Çalınan Dikkat adlı eserde rastladığım bir kavram, Zalim İyimserlik. Başlangıçta güzel, işe yarar ve masumane gözüken ancak sığ, temele dayandırılmadan ve açıkcası bir işe yaramayan iyimserlik çeşidi. Kitapta verilen örnek şu şekilde: Stresi çoğu zaman bir tutum olarak görme ve anda kalmaya çalışarak onu yenebileceğimizi düşünme gibi bir eğilimimiz var. Bu da sosyal medya sayesinde destekleniyor çoğu zaman. Kitabın sorduğu soru şu: iki çocuk annesi, bekar ve iki işte çalışan bir kadın içinde bulunduğu durumu meditasyonla çözebilir mi? Bir diğer deyişle “anda kalmak” bu durumu nasıl düzeltecek?

Kitap bu durumun kişilerin başına gelen olayları bakış açısıyla çözmenin, kişinin üzerinde yarattığı sorumluluk ve dolayısıyla suçluluk duygusu üzerinde duruyor. Eğer bütün bunlar ve bunların yarattığı stres benim meditasyonla çözebileceğim bir şey, demek ki işleri ben kötüleştiriyorum. Ben istersem eğer işler daha iyi olur. Ben yapabilirim, ben düzeltebilirim, ben, ben ve yine ben…

Eğer ben düzeltebiliyorsam ben yapmışımdır. Ben yaptıysam ben düzeltebilirim. Tehlikeli bir düşünce sarmalı… Çünkü bu düşünce kaosu kontrol etmek gibi bir alt metin içerir ki bu imkansızdır. Kişi kontrolü altında olanı iyi belirlemelidir. Araştırmalar dini inancı yüksek kişilerin psikolojik sağlamlığının yüksek olduğunu ve baş etme konusunda inancı yüksek olmayanlara göre daha iyi olduklarını söylüyor. Bunun sebebi kişinin yaşadığı sorunları kendisinden daha yüce ve güçlü bir varlığın kontrolüne bırakmasıdır. Kontrol sahibi olmak hayatımızda etkilidir, sadece neyi kontrol ettiğimizi iyi belirlememiz gerekir.

Kontrol edilemeyeni kontrol etmeye çalışmak, anda kalmak sorunlarımızı çözmeyecek. Zorluklarla dolu hayatınız sizi meditasyon yaptığınız için daha az etkilemeyecek. Size şiddet uygulayan eşiniz, mobbing yapan iş arkadaşlarınız, duygusal tacize mağruz bırakan yakınlarınız olumlu düşündüğünüz için bu yaptıklarından vazgeçmeyecekler. Bunların olacağı iması zalim bir iyimserliktir. Bir terapist olarak söylediğimiz bütün her şeyin karşı tarafta karşılığını iyi düşünmemiz gerekir. Olayı iyi değerlendirmek, kişinin söyledikleri arasındaki satır aralarını okuyabilmek ve hayatı üzerindeki kontrolünü iyi saptayabilmek gerekir.

Alın size iddialı bir cümle. Hayatı boyunca hiç “yoruma kapalı” bir zorluk yaşamamış, çaresizliğiyle baş etmeye çalışmamış, sorunlarını çaba sarf etmeden çözebilmiş bir kişi terapist olamaz. En azından iyi bir terapist olamaz. Yanlış anlamayın, bir şeyi anlamak için illa ki o sorunu yaşamak lazım demiyorum, ancak o sorunu içselleştirmek, dert edinmek gerekir. İçimiz sıkılacak, kendimizi kötü hissedeceğiz. Ve bunu yeneceğiz, zamanla. Tecrübeyle. O zaman şunu anlayacağız: dünya hali hazırda kötü bir yer. Ben kötü olmak zorunda değilim. Başıma gelenler haksızlık değil, çünkü iyi bir hayatı hak ettiğim düşüncesinin temeli yok. Elimde olan bütün kartlar bunlar ve ben bu kartlarla neler yapabilirim? Bunu kabul etmeyen bir terapist zamanla ya kendisini show psikologluğuna adar ya da mesleği bırakır.

Depresif mi oldu? Olmalı. Yazarın da dediği gibi, kimse bize gül bahçesi vadetmedi. Gül bahçesi istiyorsan, toprağı işleyecek, gülü dikecek, sulayacak ve bakacaksın ama en önemlisi güllerin tutmayabileceğini, solabileceğini kabul edeceksin. Bir terapistin yapması gereken de tam olarak budur. Danışanının içinde bulunduğu durumun değişebilen taraflarını değiştirmesine yardımcı olmak, geri kalan her şeyi kabullenmesini sağlamak.

Başka hiçbir şeye gerek yok.



Yorum bırakın

Hakkımda

Klinik Psikolog Ahmet Büyükabacı. Bilkent Üniversitesi Psikoloji bölümünden mezun, Okan Üniversitesi Klinik Psikoloji Yüksek Lisans programını tamamlamış. Ankara’da özel bir klinikte psikoterapist olarak çalışır. Baba, eş, amatör felsefeci. Yazmayı, okumayı, gereğinden fazla düşünmeyi, gereğinden az konuşmayı, fazlaca dinlemeyi sever. Onu öldürmeyen şeylerin güçlendirdiğine inanır.

Haber bülteni